"Allah acaba şu bulut mu?"

"Allah acaba şu bulut mu?"

Doğduğum evin bahçesinde gezindim. Eskiye çok eskilere uzandım. Hatıralar uğuldamaya başladı. İçlerinden bazılarını o kadar net hatırlıyorum ki sanki dün yaşanmış gibi. Eski evimizdeki odamın arka penceresinden seyrine doyamadığım iki manzara vardı.

Biri, namaz vakitlerini bildirmek için ezan okuyan müezzinin, minarenin demir parmaklıklı şerefesinde ağır ağır dönerek ezan okuyuşu ve sonra küçük kapıdan içeri girip kayboluşuydu ki, bana tarifsiz bir heyecan verirdi.

Odamın penceresinde bu manzarayı görmek için saatlerce beklerdim.

İkinci ve en büyük zevkim, annemin pencere kenarındaki çeyiz sandığının üstüne çıkarak külahta leblebi şekeri yemek ve pencereden, geçip giden bulutları seyretmekti.

Manevî motiflerin ruhumda çok evvelden nakşedildiğini bugün daha iyi anlayabiliyorum. Çünkü beş-altı yaşlarında küçük bir çocuk, sadece gördükleri ile böylesine büyük bir arayışa girişemezdi. Yüce Yaratıcı, her çocuk gibi benim de içime bıraktığı ince duygular ile kendini arattırıyordu. Kendisini sorularla dolu bir hayat bekleyen çocuk ruhum en büyük ‘soru’nun peşindeydi: “Allah kim? Allah nerede?”

Bu sorular, cevabı verilsin veya verilmesin her çocuğun dünyasına girecektir. Çünkü Yaratan böyle istemiştir ve öyle istediği içindir ki bu saf ve temiz çocuklar büyüklere inat koskocaman soruların cevabının peşindedirler.

O çeyiz sandığının üstünde bulutları seyrederken,“Yukarıda Allah var” sözünü sık sık duyduğum için, bu sözün aklımın bir köşesinde yer etmesinden midir bilmem, gökyüzünden bir bulut geçerken “Allah, şu bulut mudur acaba?” derdim. Sonra arkadan biraz daha büyüğü gelince “acaba bu mu?”, ardından bir büyüğü daha, “acaba o mu?”; hayır hayır bu da değil, ardından daha büyüğü geliyor: “Yoksa bu bulut mu Allah?” diye devam eden bu arayışlarım şüphesiz sonuçsuz kalırdı. Çünkü her buluttan daha büyüğü vardı. Ama arayış asla bitmedi.

Bu arayışı hiçbir zaman saçma bulmadım ve basit görmedim. Bu bir ilk ateşti, artık arayış başlamıştı. Yıllar sonra okuduğum kitaplarda ve özellikle peygamberler tarihinde benzer arayışların izlerine rastlamak, hele Hz. İbrahim’in çocukluğunda Allah’ı arayışında cevaplarını aradığı sorular ile çocukluğumda bulutlara bakarak kendime sorduğum soruların benzerliğini görmek beni nasıl da heceylandırmıştı. Soruların peşine düşüyordu İbrahim. Önce ay, sonra güneş ve sonra diğerleri. “Bunlar Rab, Allah olamaz mıydı?” Ama hiçbiri yerinde durmuyor değişiyor, kayboluyor gidiyordu. Hz. İbrahim şerefli bir vazifeyi hak edecek peygamberî bir nazarla hepsinin ardından “lâ uhibbu’l-âfilîn” çekiyordu. Yani ufule meyleden, batan, sönen, giden, durmayan ne varsa bağlanmaya değmez. Bu faniler ilah olamaz. O Allah ki batmayan, sönmeyen, ölmeyendir. Nasıl bir resim ressamını, bir yapı ustasını bildiriyorsa kâinatta var olan herşey O’nu bildiriyordu.

Çocuk ruhum, hiçbir bulutun ne kadar büyük olursa olsun Allah olamayacağına ikna olmuştu. Peki ama “Allah ne idi?” Bu sorunun cevabı ileriki yıllarda gelecekti. Bugün ulaştığım cevaplar o günkü sorularımın karşılığıdır.
Top