Edebiyat, "Edebiyat Yapmaya" Gelmez

Edebiyat, "Edebiyat Yapmaya" Gelmez

“Kitap okumuyoruz, halbuki Batılılar metroda bile kitap okuyor.” cümlesi “Amerikalı fezaya çıktı biz hâlâ nelerle uğraşıyoruz.” cümlesi kadar ağızlarda dolaşır hale geldi. “Okumamak”, büyüklerin yanında sere serpe yatmak gibi geleneksel olarak kınanacak bir akışa doğru sürükleniyor. Evlerdeki vitrinlerin üzerine kütüphaneler kuma olarak geliyor, mahallelerdeki bakkallar bu parlayan sektörü fark edip bisküvilerle gazozlarını kapı dışarı edip, kitap mağazaları açıyor. Yayın dünyası doğum kontrolünden vazgeçmiş gibi geçmişine inat sürekli yayınevi doğuruyor.

Tabii en mühim kısmı atlamayalım, yani yazarlarımızın sayısını, Türk parasının attığı sıfırları belli ki onlar gasp etmiş. Ne düşündüğünüzü biliyorum, isterseniz buraya da yazayım: “Ne yani siz bundan rahatsız mı oluyorsunuz?

Hem kitapların okunmasından rahatsız oluyorsunuz, hem de bunu utanmadan kalkıp bir dergide yazıyorsunuz (diyorsunuz).” Evet tam üstüne bastınız, hem rahatsız oluyorum, hem de utanmıyorum, yazıyorum işte. Çünkü son zamanlardaki “okuma eylemi” zihinsel bir eylem gibi gelmiyor bana, daha çok moda eylemi(!) hissini veriyor. Makyaj hileleriyle çirkin bir kadının kendini hoş göstermeye çalışması gibi, şu anda da okumanın manası kendini başkalarına bilgili göstermek haline geldi. “O son çıkan kitabı ben de okudum” cümlesini söyleyebilmek için kitaplar okunuyor. (Hatta bazen sadece satın alınıyor, okunmuyor bile, kapitalist bir güdüyle kişi sadece sahip olmak istiyor.)

Okumanın gerçek amacının kimse farkında değil, tüketmek için, fast-food mantığıyla saldırılıyor kitap raflarına. “Okurken bir başka kimse bizi için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder; okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir… Yani neredeyse bütün gün okuyan ve arada düşünmeksizin geçirilen eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi.” (Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine, Schopenhauer, Şule Yayınları, sf: 35)

Okumak, bilgileri zihnimize, boş bir valize elbiseleri sıkıştırır gibi sıkıştırma işi değildir. Zihnimizin bilgi deposu olmaktan çok daha ehemmiyetli vazifeleri var. O, üretmek, kitap sayfaları arasında bulduğu taşları alıp onlarla kendi binasını kurmak zorunda. Yoksa kitap okunmasından kim rahatsız olabilir? Evlerdeki o sinir bozucu, burjuva tavırlı vitrinlerin kasım kasım kasılmalarının yerlerini, dağınık görünüşleriyle gasp eden kütüphanelerden kim şikâyet edebilir? Metroda bir şeyler okuyan kişilerin sayısının artmasından hangi paranoyak şikâyetçi olabilir? İçinizden neler söylediğinizi biliyorum, isterseniz yazayım, ister misiniz? “Siz de abartıyorsunuz canım (diyorsunuz), tamam belki kişi okuduklarının bir kısmını sağda solda anlatmak için okuyor ama nihayetinde yine de bir şeyler okumuş olmuyor mu? Bundan okuyucunun istifade edeceği en alt düzeyde fayda dahi yok mu (da)?” diyorsunuz. Evet yok, çünkü okuyucudaki “fast-food” mantığı, yazılan kitapları da sarmış durumda. Durumu şöyle izah edeyim: Sadece etrafta bilgi kumkumalığı yapmak için bile olsa “kitap gibi” kitaplar okunduğunda bundan alt düzeyde fayda sağlanabilir ama yazılan kitaplar “kitap” ruhu taşımıyor, yazarlar da “yazar” ruhu taşımıyor.

Son dönemlerde değil kurgu yapmaktan, üslup sahibi olmaktan, kelime zenginliğiyle baş döndürmekten haberdar olmayan, imla kurallarına bile uzaktan hısım kabul edilemeyecek denli edebiyattan gayrı kişiler edebiyat alanında kalemi ellerine alıyorlar. Tuhaf bir biçimde “moda” neyse onu yazmaya talip olan bir yazar güruhuyla karşı karşıyayız. Bir bakıyorsunuz sinemanın itelemesiyle (Yüzüklerin Efendisi gibi) bir bilim kurgu edebiyatı patlak veriyor, ardından işler ciddiye biniyor (!) dizilerin itelemesiyle (Kurtlar Vadisi gibi) derin devlet romanları prim yapıyor. Edebiyat, asaletini hafıza kaybıyla unutup sokaklara düşen bir kadın gibi bir onun elinde, bir bunun elinde dolaşıyor. Hâlbuki biz onun, nazlarına, peçesini bir açıp bir kapamasına, mendilini düşürmesine, kokusuna, endamına, göz süzmesine müptelayız. Bu yüzden şikâyetimiz. Kim sevdiğinin bu haline rıza gösterebilir?

Ki edebiyatın bu halinden sadece bir “sevgi” mantığıyla şikayetçi değiliz. “Edebiyat” demek aynı manada “biz” demeye geliyor. Yani elden ele dolaşan şey bir anlamda biziz. Edebiyat, konuşma ve düzyazı dilinden farklı bir şeydir. O, bizim üst birikimimizi temsil eder.

Örneğin Süleymaniye Camii’ni Mimar Sinan, “Yahu evde de namaz kılınıyor burada da namaz kılınacak, şunun ben üzerine iki tane minare koyup geniş bir ev gibi inşa edeyim.” diye düşünüp kollarını sıvasaydı ne olurdu acaba?

Ya da: “Kuran Kuran’dır, hat sanatına ne hacet var, biz hatla yazılan o kelamı alıp, hat âdâbından uzak yazarak ve yazdığımız metni fotokopiyle çoğaltarak duvarlarımıza assak ne olur!” diye düşünebilir miyiz hiç?

Edebiyatı önemsememek, bir zevksizlik ve kültürsüzlük işaretidir. Bu konuyla alakalı yapılan önemli bir hata da, çocuklarımız için hazırlanan klasikler. Suç ve Ceza gibi, Sefiller gibi anlattığı şeyin yanında anlatma şeklinin de çok mühim olduğu yapıtlar, kolay okunabilsinler diye tabire caizse “kuşa” çevriliyor. İki ciltlik Suç ve Ceza’yı 35-40 sayfalık bir kitap halinde görüyoruz. “Çocuklar İçin Suç ve Ceza” ibaresiyle o kuş endamlı kitapları basacaklarına, bence “Aptallar İçin Suç ve Ceza” ya da “Aptallaşmak, Kısır Bir Düşünce Biçimine Sahip Olmak İçin Suç ve Ceza” şeklindeki ibarelerle o çalışmaların yayınlanması daha uygun. Annelerin ve babaların “Aman okusun da, bu halini okusun” mantığıyla çocuklarına aldıkları o kitaplarla, çocukların edebiyat sevgisi asla gelişmez. O kitaplar, kitabı sevdirmeye değil kitaba mesafe koymaya sebep verir. Şöyle düşünelim, harika bir sofra hazırlayıp yoruldunuz, yorgunluğunuza rağmen o sofra mı size cazip gelir, yoksa mutfakta ayaküstü atıştırmak mı daha caziptir? Cevabınızın ne olduğunu biliyorum. Çocuğunuzun ilkokul dörde giderken “kuş” halindeki bir klasiği okumasındansa, ortaokula giderken satırlarla doğranmamış bir klasiği okuması çok daha iyidir. Bırakın birkaç sene sonra tanışsın o mühim eserle, önemli olan onu tüketmesi değil, sindirmesidir.
Top