Fatih'in İki Sırlısı
Fatih'in İki Sırlısı
Tarih, bir milletin düşünüş tarzıdır. Tarihini anlamak, bunun için o milletin hangi şartlarda nasıl akıl yürüttüğünü, karar verdiğini ve uyguladığını anlamak demektir. Tarih ne bir karalama tahtası ne de hamaset nutuklarının atıldığı bir meydandır. Tarihe, çare aramak için dönülür. Tarihten usûl, erkân öğrenilir.
Her millet, kendi tarih rüyasını hayra yormayı öğrenmekle mükelleftir; kendisi ve civarı için. Rüyası yorulmamış bir tarih kuşun kanadındaki bir birikintiden ibarettir; tabir olununcaya kadar da orada kalmaya mahkumdur.
Osman Gazi, rüyasında dalları üç kıtaya yayılan bir çınar gördü. Bir de batıya doğru kaçan bir ceylan. Rüyası öyle ehil bir yürek tarafından tabir edildi ki insanlık meydanına bu rüyanın kanadından 6 asırlık hak ve adaletiyle doğuyu ve batıyı ihata eden insaniyetle yücelmiş bir devlet düştü.
Ahmed Cevdet Paşa diyor ki: “Muhyiddin-i Arabi Hazretleri bu rüyadan 70 sene önce bunun müjdesini vermişti” Bir eser yazıyor bu konuda ve ismini de şöyle tertip ediyor: “ed-Dâiretü’n-Nu’maniyye fi’d-devleti’l-Osmaniyye. Aynı eserde Osmanoğullarından ilk halifenin adı da bildiriliyor. Henüz Yavuz Sultan Selim’in teşifine asırlar varken…
Dört işlemle iş gören aklımız bunu anlayamaz. Cebir ilmi de yetmez bu sırrı çözmeye. İlm-i cefîr gerekir diyor ehli. Anahtarı “ilim şehrinin kapısı” Hz. Ali’ye verilmiş cefîr ilmi… Bu bizim düz mantığımızın kavrayabileceği bir saha değil. Ama her asırda bu ilmin bir varisi mutlaka bulunuyor. “El-hikmetü aşeretü cüz’ün, tis’atün minhâ fi’s-sumti” demiştir, ilim şehri. Hikmet on cüzdür, onda dokuzu susmaktır…
Osmanlıyı anlamaya çalışıyorsak bunun için baş gözlerimiz yeterli değil. Can gözüne ihtiyacımız var. Gayba, gözümüzle gördüğümüzün ötesindeki bilgiye imana ihtiyacımız var. Akıl ve kalbin birbiriyle uyum hâlinde işlem gördüğü selîm bir düşünce tarzına ihtiyacımız var. şimdilerde sağ ve sol beyin uyumu dedikleri kabilden..
Bu yazı, Fatih Sultan Mehmet örneği üzerinden Osmanlı’nın maddesini yoğuran ruhu iki misâl üzerinde müşahhaslaştırmayı deneyecektir.
Osmanlının sancağının evliyaullahın manevi kanatları gölgesinde yükseldiği aşikârdır. Aşikâr olmayan, evliyaullahın niteliği ve niceliğidir. Velî, O’na gösterdiği muhabbet ve itaatle Allâh’ın “dostum” dediği kişidir. Dost dostunu bazı saklamış bazı aşikâr etmiştir ama her hâlükârda kendi yolunda fa’’âl eylemiştir.
Vakit: Fetih vakti.. Mekân: Horasan.. Silsile-i Nakşibendiyye’nin ulularından Ubeydullâh-ı Ahrâr Hazretleri.. Fatih devri kutbü’z-zamanı. Perşembe günü öğleden sonra talebelerinin şaşkın bakışları arasında dersini keser, âniden atının hazırlanmasını emreder. Atına binip sür’atle Semarkant dışına çıkar.
Mevlana şeyh adı ile maruf bir talebesi, kendisini bir müddet takip eder. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini getirir arkadaşlarına.
Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra geri döner. Talebeleri heyecanla bu âni yolculuğun hikmetini sorarlar. O da:
“Türk Sultanı Mehmed Han, benden istiâne etti. Yardım diledi. Ben de ona yardım etmeye gittim. Allâh Taala’nın izni ile zafer kazanıldı...” buyururlar.
Daha sonra pîr Ubeydullâh Ahrâr’ın oğlu Hâce Aldülhâdî ile Sultan Mehmed’in oğlu Sultan II.Bayezid’in karşılaştıklarını biliyoruz. İstanbul’a gidiyor ve hadiseyi ikinci ağızdan dinliyor:
“Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime iltica ederek zamanın kutbunun imdada yetişmesini istedim. şu şu vasıfta bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi: - “Korkma, zafer senindir!” buyurdu. O pîre,
“Küffâr askeri çok fazla!” dedim. O da cübbesini açarak:
“İçine bak!” dedi. Cübbesinin yenine baktığımda hayretle içinden sel gibi akan bir ordu gördüm: - “Bu ordu sana yardıma geldi..” dedi. Devam etti:
“şimdi şu tepenin üzerinden üç defa köse, davula tokmak vur! Ve bütün askere hücûm emrini ver” buyurdu. Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti.”
Bu kıssadan ne anlamamız gerekiyor? Bizce anlaşılması muvafık ve mutabık olan, Fatih Sultan Mehmed’in gayret ve tevekkül dengesini kurmaktaki fevkalade dirayetidir. Aklıyla kendi ordusu ve düşman kuvvetleri arasında bir kıyaslama yapmış, kalbiyle de azîm bir takviyeye nasıl ulaşabileceğini muhakeme etmiştir. Sultan Mehmed küçük yaşından beri kendinden daha yüce akıllı ve soylu ruhlu insanların varlığını idrâk ve himayelerinin emniyeti içerisinde yetişmiş bir insandı. Kendini bilmenin haddini bilmek olduğunu çok erken yaşta öğrenmişti.
Bir çocuk ki doğumu yaklaştığında babası heyecanını teskin üzere yüce Kur’an’ı hatme oturuyor. Tam Fetih Suresine geldiğinde kendisine müjde ulaşıyor ve dudaklarından “Elhamdülillah, ravza-i Murâd’da bir gül-i Muhammedî açtı” sözleri dökülüyor. Ve adını Peygamberine nisbetle, kemâl-i edeple “Mehemmed” koyuyor… Mümeyyiz nokta, bu insanların, dünya ve ahireti birbirinden ayırmayan bilakis birbirini nasıl sıkıca kucakladığının şuurunda olan yüksek akıl, yüksek gayret ve yüksek vecd sahibi insanlar olmaları.
İkinci örneklememizde merkez, Fâtih’in ikinci sırlısı, 1481’de vefat ettiğinde cenaze namazını kıldıran şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’nin dergâhı. Vakit, fetihten sonra… Erkânı ile tekkenin kapısına vardığında, bir sarhoşa dahi açık olan bu kapı Peygamber müjdesine mahzar rikkat ehli Sultan’a açılmıyor. Kimse de edebinden dolayı hikmetinden sual edemiyor... Bir müddet sonra aynı kapıya bir kere daha yüz sürüyor Sultan Fatih. Ama kapı yine yüzüne gülmüyor. Kemâl-i edeple huzura girip işin aslını öğrenmek üzere yaverini yolluyor bu sefer. Yaver, tarihin seyrine doğrudan tesiri aşikâr bir hayat tasavvurunu resmeden bir cevapla geri dönüyor:
“Hünkârımız Efendimizin gönlü hassas ve coşkundur. Tekkemizdeki zevki tadarsa bir daha devlet idaresine dönmek istemez. Bütün varidatını da buraya akıtır. Lâkin bu mülk ve ümmet ona emanettir, malında da dulun, yetimin, garibin hakkı vardır. Müridanımızın gönlüne gelince.. hubb-ı dünyaya meyyâl ve hubb-ı riyasete heveskârdır. Endişem oldur ki biz Sultanımızın, Sultanımız da bizim ahlâkımızı fesâda uğratır. Bu sebeple müsaade etsinler de biz buradan dua ve teveccühümüze kuvvet verelim, o oradan hak ve adalet üzere idaresine devam etsin.” Daha önce de nicesini gördüğü bu gözyaşlarıyla mühürlü ferman, Fatihi bir kere daha kendine getirir.
Fatih Sultan Mehmed, kalıplı bir “dünya adamı”ydı. Ayaklarını sımsıkı yere basmıştı. Kendinden emindi, Doğu’yu ve Batı’yı biliyordu. Akıllıydı ve zevk ehliydi. Ceddinden tevarüs ettiği zor şartlara uyum yeteneği fevkalade gelişmişti. Dünyanın bir mezradan ibaret olduğunu hiç unutmadan Akdeniz havzasındaki üç tarihi devletten birinin temellerini sıkılaştırmada büyük bir mevkie sahip oldu.
Osmanlıyı anlamak, Osmanlı gibi hissetmek demektir. O metîn ahlakî yapıyı kavramak için o iman, vecd ve heyecan kalesi, diğergâm insanlar gibi yaşamak gerekir. Nefislerinin sultasında, kendilerine ve kardeşlerine zulmü meslek edinerek yaşayan insan taslağı gururuna mağlup alil bir zihniyet için Osmanlı, Allâh’a çağıran sesini bastırmak için uzaktan taşlanılan bir minare gibi asil ve vakarlı duruşuyla, şerefesindeki hilâli işaret etmeye devam etmektedir. Zaten tarih de “hilâli görmek” demektir.
Osmanlı Allâhını, Peygamberini, dinini göğsünde bir gül gibi taşıdı. Dininin dilediğini mecbur olduğu için değil, başka türlü yaşamayı insanlığına yakıştıramadığı için aşk ile yaptı. Osmanlı aşk ehliydi. Ve “Aşk ehli ölmez, ölse çürümez”di.
Soru şu ki: “Biz Osmanlı ruhunun hangi cephesinden bakıyoruz hayata? Osmanlı, klas duruşumuzu tayinde bizim için ne derece önem teşkil ediyor. Ateş-i aşka yanmadığımız için, cevabında çok zorlanıyoruz!
Her millet, kendi tarih rüyasını hayra yormayı öğrenmekle mükelleftir; kendisi ve civarı için. Rüyası yorulmamış bir tarih kuşun kanadındaki bir birikintiden ibarettir; tabir olununcaya kadar da orada kalmaya mahkumdur.
Osman Gazi, rüyasında dalları üç kıtaya yayılan bir çınar gördü. Bir de batıya doğru kaçan bir ceylan. Rüyası öyle ehil bir yürek tarafından tabir edildi ki insanlık meydanına bu rüyanın kanadından 6 asırlık hak ve adaletiyle doğuyu ve batıyı ihata eden insaniyetle yücelmiş bir devlet düştü.
Ahmed Cevdet Paşa diyor ki: “Muhyiddin-i Arabi Hazretleri bu rüyadan 70 sene önce bunun müjdesini vermişti” Bir eser yazıyor bu konuda ve ismini de şöyle tertip ediyor: “ed-Dâiretü’n-Nu’maniyye fi’d-devleti’l-Osmaniyye. Aynı eserde Osmanoğullarından ilk halifenin adı da bildiriliyor. Henüz Yavuz Sultan Selim’in teşifine asırlar varken…
Dört işlemle iş gören aklımız bunu anlayamaz. Cebir ilmi de yetmez bu sırrı çözmeye. İlm-i cefîr gerekir diyor ehli. Anahtarı “ilim şehrinin kapısı” Hz. Ali’ye verilmiş cefîr ilmi… Bu bizim düz mantığımızın kavrayabileceği bir saha değil. Ama her asırda bu ilmin bir varisi mutlaka bulunuyor. “El-hikmetü aşeretü cüz’ün, tis’atün minhâ fi’s-sumti” demiştir, ilim şehri. Hikmet on cüzdür, onda dokuzu susmaktır…
Osmanlıyı anlamaya çalışıyorsak bunun için baş gözlerimiz yeterli değil. Can gözüne ihtiyacımız var. Gayba, gözümüzle gördüğümüzün ötesindeki bilgiye imana ihtiyacımız var. Akıl ve kalbin birbiriyle uyum hâlinde işlem gördüğü selîm bir düşünce tarzına ihtiyacımız var. şimdilerde sağ ve sol beyin uyumu dedikleri kabilden..
Bu yazı, Fatih Sultan Mehmet örneği üzerinden Osmanlı’nın maddesini yoğuran ruhu iki misâl üzerinde müşahhaslaştırmayı deneyecektir.
Osmanlının sancağının evliyaullahın manevi kanatları gölgesinde yükseldiği aşikârdır. Aşikâr olmayan, evliyaullahın niteliği ve niceliğidir. Velî, O’na gösterdiği muhabbet ve itaatle Allâh’ın “dostum” dediği kişidir. Dost dostunu bazı saklamış bazı aşikâr etmiştir ama her hâlükârda kendi yolunda fa’’âl eylemiştir.
Vakit: Fetih vakti.. Mekân: Horasan.. Silsile-i Nakşibendiyye’nin ulularından Ubeydullâh-ı Ahrâr Hazretleri.. Fatih devri kutbü’z-zamanı. Perşembe günü öğleden sonra talebelerinin şaşkın bakışları arasında dersini keser, âniden atının hazırlanmasını emreder. Atına binip sür’atle Semarkant dışına çıkar.
Mevlana şeyh adı ile maruf bir talebesi, kendisini bir müddet takip eder. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini getirir arkadaşlarına.
Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra geri döner. Talebeleri heyecanla bu âni yolculuğun hikmetini sorarlar. O da:
“Türk Sultanı Mehmed Han, benden istiâne etti. Yardım diledi. Ben de ona yardım etmeye gittim. Allâh Taala’nın izni ile zafer kazanıldı...” buyururlar.
Daha sonra pîr Ubeydullâh Ahrâr’ın oğlu Hâce Aldülhâdî ile Sultan Mehmed’in oğlu Sultan II.Bayezid’in karşılaştıklarını biliyoruz. İstanbul’a gidiyor ve hadiseyi ikinci ağızdan dinliyor:
“Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime iltica ederek zamanın kutbunun imdada yetişmesini istedim. şu şu vasıfta bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi: - “Korkma, zafer senindir!” buyurdu. O pîre,
“Küffâr askeri çok fazla!” dedim. O da cübbesini açarak:
“İçine bak!” dedi. Cübbesinin yenine baktığımda hayretle içinden sel gibi akan bir ordu gördüm: - “Bu ordu sana yardıma geldi..” dedi. Devam etti:
“şimdi şu tepenin üzerinden üç defa köse, davula tokmak vur! Ve bütün askere hücûm emrini ver” buyurdu. Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti.”
Bu kıssadan ne anlamamız gerekiyor? Bizce anlaşılması muvafık ve mutabık olan, Fatih Sultan Mehmed’in gayret ve tevekkül dengesini kurmaktaki fevkalade dirayetidir. Aklıyla kendi ordusu ve düşman kuvvetleri arasında bir kıyaslama yapmış, kalbiyle de azîm bir takviyeye nasıl ulaşabileceğini muhakeme etmiştir. Sultan Mehmed küçük yaşından beri kendinden daha yüce akıllı ve soylu ruhlu insanların varlığını idrâk ve himayelerinin emniyeti içerisinde yetişmiş bir insandı. Kendini bilmenin haddini bilmek olduğunu çok erken yaşta öğrenmişti.
Bir çocuk ki doğumu yaklaştığında babası heyecanını teskin üzere yüce Kur’an’ı hatme oturuyor. Tam Fetih Suresine geldiğinde kendisine müjde ulaşıyor ve dudaklarından “Elhamdülillah, ravza-i Murâd’da bir gül-i Muhammedî açtı” sözleri dökülüyor. Ve adını Peygamberine nisbetle, kemâl-i edeple “Mehemmed” koyuyor… Mümeyyiz nokta, bu insanların, dünya ve ahireti birbirinden ayırmayan bilakis birbirini nasıl sıkıca kucakladığının şuurunda olan yüksek akıl, yüksek gayret ve yüksek vecd sahibi insanlar olmaları.
İkinci örneklememizde merkez, Fâtih’in ikinci sırlısı, 1481’de vefat ettiğinde cenaze namazını kıldıran şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’nin dergâhı. Vakit, fetihten sonra… Erkânı ile tekkenin kapısına vardığında, bir sarhoşa dahi açık olan bu kapı Peygamber müjdesine mahzar rikkat ehli Sultan’a açılmıyor. Kimse de edebinden dolayı hikmetinden sual edemiyor... Bir müddet sonra aynı kapıya bir kere daha yüz sürüyor Sultan Fatih. Ama kapı yine yüzüne gülmüyor. Kemâl-i edeple huzura girip işin aslını öğrenmek üzere yaverini yolluyor bu sefer. Yaver, tarihin seyrine doğrudan tesiri aşikâr bir hayat tasavvurunu resmeden bir cevapla geri dönüyor:
“Hünkârımız Efendimizin gönlü hassas ve coşkundur. Tekkemizdeki zevki tadarsa bir daha devlet idaresine dönmek istemez. Bütün varidatını da buraya akıtır. Lâkin bu mülk ve ümmet ona emanettir, malında da dulun, yetimin, garibin hakkı vardır. Müridanımızın gönlüne gelince.. hubb-ı dünyaya meyyâl ve hubb-ı riyasete heveskârdır. Endişem oldur ki biz Sultanımızın, Sultanımız da bizim ahlâkımızı fesâda uğratır. Bu sebeple müsaade etsinler de biz buradan dua ve teveccühümüze kuvvet verelim, o oradan hak ve adalet üzere idaresine devam etsin.” Daha önce de nicesini gördüğü bu gözyaşlarıyla mühürlü ferman, Fatihi bir kere daha kendine getirir.
Fatih Sultan Mehmed, kalıplı bir “dünya adamı”ydı. Ayaklarını sımsıkı yere basmıştı. Kendinden emindi, Doğu’yu ve Batı’yı biliyordu. Akıllıydı ve zevk ehliydi. Ceddinden tevarüs ettiği zor şartlara uyum yeteneği fevkalade gelişmişti. Dünyanın bir mezradan ibaret olduğunu hiç unutmadan Akdeniz havzasındaki üç tarihi devletten birinin temellerini sıkılaştırmada büyük bir mevkie sahip oldu.
Osmanlıyı anlamak, Osmanlı gibi hissetmek demektir. O metîn ahlakî yapıyı kavramak için o iman, vecd ve heyecan kalesi, diğergâm insanlar gibi yaşamak gerekir. Nefislerinin sultasında, kendilerine ve kardeşlerine zulmü meslek edinerek yaşayan insan taslağı gururuna mağlup alil bir zihniyet için Osmanlı, Allâh’a çağıran sesini bastırmak için uzaktan taşlanılan bir minare gibi asil ve vakarlı duruşuyla, şerefesindeki hilâli işaret etmeye devam etmektedir. Zaten tarih de “hilâli görmek” demektir.
Osmanlı Allâhını, Peygamberini, dinini göğsünde bir gül gibi taşıdı. Dininin dilediğini mecbur olduğu için değil, başka türlü yaşamayı insanlığına yakıştıramadığı için aşk ile yaptı. Osmanlı aşk ehliydi. Ve “Aşk ehli ölmez, ölse çürümez”di.
Soru şu ki: “Biz Osmanlı ruhunun hangi cephesinden bakıyoruz hayata? Osmanlı, klas duruşumuzu tayinde bizim için ne derece önem teşkil ediyor. Ateş-i aşka yanmadığımız için, cevabında çok zorlanıyoruz!
Konular
- Selimiye Camii ve Çağrışımlar
- Selimiye Camii ve Mimar Sinan
- Ayasofya’ya Kıyasla Selimiye Camisinin Yapısal Üstünlüğü
- Mimar Sinan’ın Kaleminden Selimiye Camii
- Ayasofya'nın minareleri neden farklıdır?
- Yivli Minare
- Ayasofya, Ezan ve Yahya Kemal
- Bahçesaray
- Rüya içinde bir rüya: İsfahan
- Ezanlar Okunurken…
- Bir Şehrin Özgüncesi
- Diyâr-ı Şam
- Edebiyat, "Edebiyat Yapmaya" Gelmez
- Fatih'in İki Sırlısı
- Minarelerin Sesi
- Hazır cevaplar
- Yalnız minareler ve hüzünlü hikayesi
- Minare Tarihi
- Saltanat Benim İse
- Teşekküre Zorlamak
- Fazla Bahşiş
- Herkes Yediğinden Gönderir
- Hasta Olmayasın Diye
- Kılıcın Hakkını Unutma
- Alçak Sesle Söyle
- İstanbul'u Değil Dünyayı Alırım
- İstanbu'u Niçin Fethettin
- Hangi Yöne Sefere Gideceğiz
- Allah Rızası İçin
- Anan Ne Giyinsin Süleyman